çevre

İnsanın sevdiği bir yeri, sevdiğine göstermesinden daha ferah bir şey az bulunur.

Ama daha güzeli, herhangi bir yerin sevdiğinle anlam bulmasıdır.

O yeri anlamlı kılan, sevmene neden olan, yarın dönüp belki yalnız başına oturmanı sağlayan tek şey, sevgilinin bir zamanlar orada seninle birlikte nefes alıp vermiş olmasıdır.

Birlikte nefes almak çözer düğümü.

Ankara’yı sevebilmenin esrarlı sırrını merak edenlerin yapması gereken tek şey, bu nedenle birlikte nefes almaktır.

Yoksa elbette bu kenttekiler de farkındadır; Ankara, ortasından, yanından, yöresinden denizin geçmediği, baktıkça daha uzağı görebileceğin ve sonunda hiçbir şey göremeyeceğini fark ettiğin bir bozkırdır.

* * *

Hiç sevemediği, parçası hissedemediği, bir gün mutlaka ayrılacağını düşündüğü kentin bütün parklarını tek tek geziyordu.

Sırtında, ilk çıkan modellerden diz üstü bilgisayarı taşıdığı, kenarları yırtılmış ağır çanta, üzerinde en rahatından kot pantolon ve spor ayakkabı, her gün bir parkta alıyordu soluğu.

Önce Seymenler’i keşfetti.

Açık hava tiyatrosunun basamaklarına, güneşin en zalim hali yerini sevimli bir ikindiye bırakırken oturduğunda, bir yandan aldığı ucuz kahveyi içebiliyor, bir yandan bilgisayara önceden yüklediği makaleleri okuyabiliyordu.

Arada bir başını kaldırıyor, çocukluğundan tanıdığı çiçeklerin, renk renk, börtü böcek kentin orta yerinde açmış olmasına seviniyordu.

Umutlandırıyordu çiçek yüzünü. Hep öyle olmuştu. Ne zaman kendini karanlık bir girdabın kollarında bulsa, baharın yeniden gelmesine şükreder, ilk tomurcuklarla birlikte, önceden aldığı kökleri tek tek saksılara dikerdi. Donmuş ve ölü numarasıyla kışı atlatmış toprağı önce saksıdan döker, tek tek güneşle kendilerine gelmesini beklediği toprak taneleriyle kökleri birleştirir, usta ellerle bir kökün yeniden çiçeklenmesini beklemeye koyulurdu.

Seymenler’de âşıklar, çimenlere oturup sigara tüttüren yalnızlar, yolunu değiştirip parktan yürüyenler…

Girmek için bin bir emek verdiği işe yine torpille başkası alınmış, yine türlü numaralarla oyunun dışında bırakılmış, yine parasız ve mekânsız çalışmaya mahkum bırakılmıştı.

Olsundu, bahar daha güzel nerede var? Seymenlerin ağacını, kuşunu, börtü böceğini seve seve okuyup makalesini, mesai saati bitiminden hemen sonra yoluna koyuluyordu.


Fotoğraf: Ayşe Gültekingil

Bir sonraki gün, Kuğulupark.

Erken saatte parkın geleni gideni azdı. Köşedeki restoranın parka bakan masalarından birinde iki de çay söyleyip bir başka makalenin yazımına başlıyor, çantasından çıkarttığı koca koca kitaplardan altını özenle çizdiği kısımları birleştiriyor, büyük ciddiyetle yorumlarını aktarıyor, yavaş yavaş, emek emek bir hikayeyi ortaya çıkartıyordu.

Kuğulupark’ın büyülü dokusuna, bu kadar küçük bir dünyanın nasıl dünyanın en güzel parkı olabileceğine şaşırıyor, şaşırmaktan heyecan duyuyordu.

Sonraki gün Güvenpark. Orada olmak, Ankara’da olmak gibiydi. Yeni öğrendiği şiir ve şarkılardaki parkın içinde olmak, kente ısınmasını sağlıyor, heykelinden dolmuş duraklarına, oradan otobüslere koşuşturan insanlara karşı, zamanın bir yerinde durup izliyor olmanın hem keyfini hem hüznünü yaşıyordu.

Sonraki gün Egemenlik Parkı. İşte en çok orada keyif alıyordu. Orada olmak beklemekti, umut etmek, güzel bir geleceğin ya da haberin gelebileceğini bilmek. En çok orada çalışmayı seviyordu.

Halk Kütüphanesi’nde, Tandoğan’daki kütüphanelerde geçirdiği kışın aksine, yaprakla, yeniden kendini toparlamış meşe palamutları, selviler ve ceviz ağaçlarıyla temas edebildiği konforsuz bu bank yeniden güneşli günlere inanabilmesini sağlıyordu. Parkın hikayesi, ağaçların yanlarındaki plakalar, kendinle kalabilmeni sağlayan…

Kaç makaleyi kaç parkta bitirdiğini ve bütün bunları neden yaptığını düşünüyor, bazen umutsuzluğa kapılıyor ancak en çok sevdiği ve en iyi yaptığı işin bu olduğundan emin, harflerle, kelimelerle, bilgiyle olan temasını inatla sürdürüyordu.

Bir söğüt ağacının rüzgârla dansını çok seviyordu.

Diğer parklar, çimenler, çiçekler tamam ama bir keresinde otobüsle geçerken camdan görüp merhabalaştığı, Anıttepe’de yol üstündeki söğüt ağacı ile muhabbeti başkaydı.

Altında çalışmadan, gölgesinde oturmadan, bir parçası olmadan kurduğu bu arkadaşlığı başkasına anlatsa gülerdi.

Ama o genç söğüt ağacının, betonun tam ortasında, rüzgârı kendisine dost eylemiş haliyle ve inatlaşarak yaşamayı sürdürmesi, kendisine de güç veriyordu.

* * *

Böyle böyle kentin toprağıyla karıştı.

Birileri Ankara’nın ayrılmaz bir parçası olan gri binalarda hazırlanmış listelerle, amcalarla, yüksek siyasetten tanıdıklarıyla kendini büyükçe ve gösterişli bir koltukta bulurken sabırla ve emekle biriktirmenin güzelliğiyle tanıştı.

Hafıza bazen karanlıktır, unutturmaz yapılan haksızlıkları.

Unutmadı ama kin tutmadı.

Unutmamak, dostlarını hep yanı başında tutmasını sağladı.

Karanfiller, sardunyalar, papatyalar, buzdan yeni kurtulmuş toprağın kokusu ve kuş cıvıltıları.

Bir dünya hiç yoktan var edilebiliyordu.

Çevresindekilere nasıl bir umut olduğunu, emeği kendi ismiyle özdeşleştirdiklerini anladı.

Bir sürü kız çocuğu artık geçtiği yollardaydı.

Yolunu düşürdüğü Anıttepe’den geçerken ve yine rüzgarlı bir günde, yağmurla, karla beslenmiş, direnmiş ve büyüyerek serçelerin koruyucusu haline gelmiş söğüt ağacını yeniden selamladı.

Rüzgarla dans eden narin yapraklarının yaydığı büyülü havayı kokladı.

Düğümü çözmüşlerdi, birlikte nefes almaktı hikâyenin bütün sırrı.

Bu yüzden sevdiğini ve sevildiğini yeniden anlayarak gülümsedi.

Belki herkes göremiyordu ve farkında değildi ama artık kendisi de çölleşmiş bozkırın içindeki büyük bir vaha, dolu dolu bir nefes aralığıydı.