kent


Fotoğraf: Gülşah Aykaç

Oh be! Ne Ankara’dayız ne de İstanbul’da!

Yaklaşık yüz yıldır, kaderleriymiş gibi birbirleriyle kıyaslanan iki şehir arasındayız. 

Birisi çapa atmak diğeri şehirlerin şehri anlamına gelen iki şehir. 

İkisi de son yirmi yıldır biraz da şantiye olmuş, sürekli değişmekten yorulmuş … 

Tam da arasındayız iki şehrin… Arada olmanın hafifliği sarıyor bedenlerimizi. Kafeterya vagonunda komşu koltuktaki yolcularla dilediğimiz kadar kıyas yapabiliriz. 

Deprem, kalabalık, kentsel dönüşüm, kırmızı kum fırtınası, doğaya uzak yaşamak, trafik, ulaşamamak, bırak ulaşamamayı yürüyememek, artan kiralar, her iki şehirde de benzeyen dertler, yo hayır biri daha derin, öyle sanıyorsun ama diğeri de derin, tabii biraz ölçek farklı, ölçek bazen her şey, sadece ölçek mi ya insan ilişkileri, ben tam da o ilişkilerden bunalmıştım, cemaatleşme hakkında ne düşünüyorsun, dikkat ve özen farkı var, birinde hayat daha hızlı hızlı akıyor, anonimleşmek mi özgürlük mü olurdu tercihin, özgürlük daha özgür denemelere alan açar mı, ama o şehirde buluşmak bile çok zor, hep bir şey yakalamalıymışım hissi var, deprem, kalabalık, kentsel dönüşüm, kırmızı kum fırtınası…

Üzerine çok fazla düşünmeden akan bir iç dökme seansı. Hiçbiri yaratıcı değil, yeni değil. Ama her defasında yürekte başka bir yere tatlı tatlı ya da acı acı dokunuyor. Sallama çayımızla kendi kendimize kaldığımız dakikalar sesli iç dökme seansı sessiz iç konuşmalarla devam ediyor. 

Ev sahibi bu yıl çık derse, kiralar yine maaşı aşarsa, deprem belki de olmaz, Ankara’da da fay hattı varmış diyorlar, cemaatleşme ve yorgunluklara ne demeli, eve ulaşamamak ciddi mesele, hangisinde gece daha az korkuyorum sonuçta bu da çok önemli, Funda Şenol Ankara iyi bir çalışma odası demişti, ne iyi demişti, birinde sanırım sürekli yaptığın işleri temsil etmek zorunda hissetmiyorum, kendimi her yere biraz yabancılaşmış gibi hissediyorum, bu trene en çok buraya mı aitim artık? 

Tekrarlayıp duran anonsu bu defa bir demiryolu çalışanı tekrarlıyor: “Sayın yolcular, kafeteryamızda koltukları en fazla yirmi dakika işgal edebilirsiniz. Lütfen ürün tüketmiyorsak yerlerimize geçelim. Çay ve kahve servisi birazdan başlayacaktır.”

Trenin gerçekten çok hızlı olduğunu hissettiğim anlarda sık sık hatırlarım. Bir kez, sırf nasıl bir yolculuk olur diye merak ettiğimden yüksek hızlı trene değil de yavaş trene binmiştim. “İşe Yarar Bir Şey” filminin ya da “Kapak Kızı” romanının tercihimde etkisi büyüktü. Hemen önümüzdeki koltuktan itibaren vagon kalın perdelerle kapatılmıştı. Perdenin öteki tarafında seyahat sırasında çalışan demiryolu işçileri oturuyordu. Yanımdaki yolcu da bir çeşit kendi-kendine-kalma-hali olarak bu yavaş yolculuğa çıktığını, ancak hayal kırıklığına uğradığını söyledi. Beraber kafeteryaya gittik. Çalışanların çoğu trenin eski, “bira da içilen” restoranlı halini biliyordu. Otuz yıldır demiryolu çalışanı olan birisiyle sohbet ettik. “Nerede o günler dedi,” ve bizimle birkaç anısını paylaştı. Aynı yolculuğu bir daha tekrarlamayacak olsam da gün aydınlanırken Ankara’ya girmek çok güzeldi. Tepecikleri ilk kez gün aydınlanması kızıllığında seyrettim. 

İki şehir arası kıvrık çizgide başka başka duraklar var. Sanayileşmiş dramatik doğasıyla İzmit, yeşiliyle Bozüyük ve Bilecik, ayazıyla dondursa da burada inenlere için için gülümsediğimiz Eskişehir, derken Ankara’ya geldiğimizi kanıtlayan kayamsı, dilimli tepecikler. 

Bir şiirle karşılar ya da uğurlar bu tepecikler. Tepeciklerin tepelerini saran bulutlarla mutlaka bir ilişkileri olmalı, şiiri beraber yazıyorlar. 

Eryaman durağına az kaldı. 

Ya da işte Tuzla’dan giriverdik bile şehre. 

İki kavuşma ve iki ayrılık arası, iki şehir arası yolculuk bitti. 


Video: Gülşah Aykaç